YAŞANMIŞ HİKAYELER... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞANMIŞ HİKAYELER... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2010

BİR PARMAK ÇOCUK TANIDIM…

Annemlerin komşusu erken doğum yaptı haliyle küveze konuldu.Ankara’nın bilinen özel hastanelerinden birinde yatıyor ziyaretine gittik…
İkinci hamileliği ilkine göre hep sorunlu geçmiş anlatıyor.Yorgun ve de üzgün…
Maalesef olmadı bebek yaşamadı…
Kader dedim ,eğer yaşayacak olsaydı bir şekilde…

Düşündüm ve yıllar öncesine gittim.Sene 1984 babamın görevi nedeniyle doğuya yeni taşınmışız.
Okuldan geliyorum annem evde yok.Komşumuz “ağlama gelecek annen” diyor çocukluk işte…
Öğreniyorum ki yan komşumuz aniden sancılanmış hastaneye yetiştirmişler.Bebek altıbuçuk aylık,yarım kilo falan…
Artık nasıl uygun gördülerse haftasına kalmadan taburcu ettiler.Elinde parmak çocukla Reyhan teyze eve döndü.Bebeği merak ediyoruz görmek istiyoruz “yok olmaz” diyorlar.Kadın ağlıyor,genç ve tecrübesiz annemden yardım istiyor.”Korkuyorum” dediğini hatırlıyorum ama…
Bu arada bebeğin adı henüz yok koymak istemiyorlar.
Annem evin içinde hazırlık yapıyor.Göz damlalarını boşaltıp kaynatıyor,tülbentler,pamuklar,sargı bezleri vs…
Önce bebeğin kalacağı odayı iyice temizliyorlar.İçeriye annesi ve annem dışında kimse girmiyor.
Bir paket pamuğa rahatlıkla sığan bebek,göz damlalığının içine konulan anne sütü ile iki-üç saatte bir beslenmeye çalışılıyor.Emme refleksi olmadığı için ağzına damla damla sabırla başında bekliyor annem…
Günün büyük bir kısmını orada geçirmeye başlıyor.
Altını ıslatınca pamukla temizliyor.Zaten altını bağlama şeklinde bir şey söz konusu değil dedik ya parmak çocuk bez ondan büyük…
Biz hala “kapıdan anne ne olur bir görelim” desekte uzun süre izin çıkmıyor.
Öyle böyle derken kırkını çıkardı bebek ve birbuçuk kiloya ulaştı…
İki isim koydular biri “Yaşar”… :)
Seneler sonra kampta karşılaştık.Yaşar askerden dönmüş.Reyhan teyze hemen telefon açtı “Çabuk gel dedi seni biriyle tanıştıracağım”… :)

~~~~~

Şimdi düşünüyorum sadece teknolojik imkan yetmiyor demek ki.
İlgi,inanç,azim ve de İlahi güç…


foto.

07 Mart 2010

"DERSE DEVAM ÇOCUKLAR..."

Müdür muavini Vahit Başar’ın okula geç gelenlere bir cezası vardır.Ya 5 liralık Kızılay pulu ya da avuca 10 defa cetvel cezası…
Yine yakalamıştır geç gelen öğrenciyi sorar.”Kızılay pulu ile bağış mı yapmak istersin? Yoksa cetvel ile dayak mı ? Öğrenci bakar cebinde 3 lira…
“Hocam” der “3 liralık Kızılay pulu üstüne de 2 liralık cetvel cezası”… :)

Photobucket

Kabataş Lisesinin eski Fizik hocalarındandır Vahit Başar,öğrencileri enteresan kişiliği ile onu hatırlar.Ölmeden önce bir vasiyeti vardır mezartaşına yazılmak üzere...

“Ben öğretmenim,öldükten sonrada derse devam ederim” dercesine...

Beğendim ve paylaştım...
Photobucket

23 Şubat 2010

STOCKHOLM SENDROMU NEDİR ?

1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan banka soygunu altı gün boyunca devam eder…
Bu süre içinde soyguncu bir kadınıda rehin alır…
Kadın rehine, geçen altı günün sonunda soyguncuya duygusal olarak bağlandığını kabul eder,hatta şikayetçi olmadan onu savunur…
Başkasıyla nişanlı olmasına rağmen nişanlısını terkeder,hapisten çıkana kadar banka soyguncusunu bekler…

~~~~~~

Bu psikolojik durumu Psikiyatr Nils Bejerot “Rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal anlamda bağlanması” olarak tanımlar ve olaya “Stockholm Sendromu” adını verir…
~~~~~~

Stockholm Sendromu birçok rehine olayında yaşanmış, Hollywood filmlerine konu olmuştur…
Photobucket

13 Şubat 2010

YEMEK YAPMAK İÇİN FIRINI YAKTI, FIRIN İSE TÜM LONDRA’YI…

Kral’a sunulacak yemeğin özenle hazırlanmış olması istenir ve tavsiye üzerine bu görev ona verilir.Artık İngiltere Kralı II. Charles’ın leziz yemekleri kabiliyetli o fırıncının ocağında pişirilir…
Fırıncı Thomas Farynor (Farriner),görev süresinin beşinci yılında yorgun bir şekilde girmiştir yatağına…
O kadar yorulmuştur ki aşağıda hala yanmakta olan fırını hatırlamaz bile.Henüz sönmemiş alev büyür,büyür ve tüm mutfağı sarar…
1666 yılı 2 Eylül günü başlayan yangın havanın rüzgarlı oluşu ve o zamanki yangın söndürme sisteminin olmayışı nedeniyle yayılmaya devam eder.Pazar akşamı başlayan yangın ancak Çarşamba günü söndürülebilir…
Tarihin “Büyük Londra Yangını” olarak kayıtlara geçtiği yangında 13.000 ev, 87 kilise tamamen kül olur.Büyük hasara rağmen sadece sekiz kişi ölmüştür…


*Yangını başlatan bu fırın halen Londra Müzesinde sergilenmektedir…

foto. & kynk.

~ ~ ~ ~
Akşam yemeğinin sonlarına yaklaşmışken Kaptan’ın “Sinemaya gidelim” teklifi geri çevrilmedi, alelacele çıktık evden 20.30 seansına yetişebilmek için…
Ankamall ‘da o dönem gösterilen üç boyutlu ve 35 dakika sürecek olan film başlıyalı 10 dakika olmuştu ki,aklıma ocağın elektrikli bölümüne ağır ağır ısınsın diye koyduğum tenceredeki yemek geldi…
Panikle ayağa kalkıp “yürü” dediğimi hatırlıyorum.
Eve dönüş yolu geçmek bilmedi haliyle.Kapıyı açarken gelen kokular ise geç kalındığının göstergesiydi…
İçeri girdim ve hemen pencereyi açtım şükür yoğun bir duman yoktu ama koku apartmana yayılmıştı…
Tencerede ise (söylemesi ayıp) bezelyeler kömüre dönüşmüştü…
Siz siz olun evden çıkarken,mutlaka bu tür kontrolleri alışkanlık haline getirin.İşte ben o günden sonra bunu hep yaparım…

*bu yazım kaynak gösterilmeden bakımlıyız.com kullanıcısı nurküllü
hayatname.com kullanıcısı yorgunelle tarafından kopyalanmıştır.

02 Şubat 2010

YALANCILIK BOZUK PARA GİBİDİR...

Angela Cooper İngiltere’deki Reading Üniversitesine öğretim görevlisi olarak başvurur.Yeterli donanıma sahip olduğunu düşünen üniversite yönetimi bu başvuruyu kısa sürede olumlu karşılar.Edinburgh Üniversitesi mezunu,Durham Üniversitesinden doktoralı ve güzide birkaç okuldan referanslı bir personelle çalışmak onlar için memnuniyet verici bir olaydır.İlerleyen birkaç yıl içinde filoloji bölüm başkanı yapılan Angela Cooper herkesin takdir ve güvenini kazanmıştır…Çalışmalarının altıncı yılında yönetim, Cooper’ın sahte isim ve gerçeğini aratmayacak diploma ile belgeler kullandığını tespit eder…
Artık çok geçtir, üniversite sahte öğretim görevlisine çalıştığı altı yıl boyunca 200bin sterlin ( eski parayla yaklaşık 470 milyar) maaş ödemiştir…

~~~~


“Yalancılık bozuk para gibidir,uzun süre geçindirmez” demiş Ruslar ,hani bizde de vardır ya yalancı çobanın hikayesi misali gerçeğin öyle ya da böyle ortaya çıkması hoşuma gitti… :)

31 Ocak 2010

SENARYO SON DAKİKADA NASIL DEĞİŞTİ ?

“ Tatlı Kaçık “ oyununu sahneledikleri yıllarda Nisa Serezli rol arkadaşı kedicikle yakından ilgilenmektedir.Öyle ki oyun öncesi kuliste geçirilen mutlu dakikalar oyun sırasında da devam eder.Yalnız oyunun sonlarına doğru konu gereği ölen kedinin arkasından gözyaşı dökülmesi gerekmektedir.Finalde Nisa Serezli ağlar,seyirci ağlar ve perde kapanır…

~~~~

Günlerden bir gün tam da bu acıklı sona gelinmişken, öldüğü farzedilen kedi dekor penceresinden Serezli’nin kucağına atlar.”Sev beni“dercesine…
Gayri ihtiyari gülen Nisa Serezli’ye seyircide eşlik eder.Gözyaşları içinde defalarca oynanan oyun bir defaya mahsus kahkahalar eşliğinde bitirilir.

kynk.Altın Eller-N.Serezli ile söyleşi

24 Ocak 2010

ATEŞ PAHASI…

Kanuni Sultan Süleyman adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkar, çıkar çıkmasına da ani bir yağmur bastırır iliklilerine kadar ıslanırlar…
Titrer vaziyette karşılarına ilk çıkan kulübeye sığınırlar,ısınmak istediklerini söyler Kanuni kendini tanıtmadan…
Güzelce bir ateş yakan çoban kim olduğunu bilmeden ısınmalarını sağlar ateşi aynı ısıda tutarak…
Sultan Süleyman ısınıp neşesi yerine gelince “Bu ateş yüz altına değer” diye bir laf söyler.Kıyafetleri kuruyup, gitmeye hazırlanırken teşekkür için çobana üç altın uzatır…
Çoban elindeki altına bakarak dudak büker, her hallerinden durumları iyiyken adamlar neden üç altın vermiştir?
“Beyim “der, “Biraz önce ateşe yüz altın değer biçmişken ,bari biçtiğiniz değeri verin.”
Hiç ateşe yüz altın verilir mi? Ama Kanuni söylediği söze karşılık çobana yüz altını verir...

İşte “ateş pahası” deyimi bu olaydan sonra kullanılmaya başlar…


Photobucket

**Artık 10’ların 20’lerin adı var her şey ateş pahası birazda üşümemize nedendir eldeki mevcutla bir şeyler alalım dedik hayır amaçlı.Kısa sürer diye alelacele çıktık yok aradığımız şeyleri bulamadık üç bayan…
Hayatımda nadir üşüme anlarından biridir üstelik daha Ankara’ya kar gelmemişken.Öyle üşüdüm ki kaloriferin başında saatlerce titredim bir yandan bu olayı hatırladım,bir yandan kaleme aldım…

16 Ocak 2010

BİR KIVILCIM…

1950’li yılların ortalarına kadar Amerika’nın güney eyaletlerinde zenciler otobüslerin ancak arka koltuklarına oturabilirlerdi.Bütün koltukların dolu olması ve otobüse beyaz bir kişinin binmesi halinde oturan zenciler koltuklarından kalkıp beyaz kişiye yer vermek zorundaydı…


~~~~~
Alabama eyaletinde sıradan bir gün otobüse binen beyaz adam koltukların dolu olduğunu gördü ve gözüne ilk çarpan zencinin yanına giderek kalkmasını söyledi.Terzilikle uğraşan zenci kadın “hayır” diye cevap verdi.Rosa Parks isimli bu kadın eyalet yasalarına aykırı davrandığı için tutuklanıp ve para cezasına çarptırıldı.Ancak onun bu eylemi Amerika’daki zencilerin “özgürlük” hareketini başlatan ilk kıvılcım oldu…

Photobucket
~~~~~ ~~~~~ ~~~~~ ~~~~~ ~~~~~ ~~~~~ ~~~~~ ~~~~~ ~~~~~
Eskiden herşey göründüğü kadar güzel değildi kimisine göre rüyalar ,kimisine göre özgürlükler ülkesinde...
1939 yılına ait fotoğrafta su içilen damacanalar bile ayrı tutulmuş...
Photobucket

10 Ocak 2010

BİR ANI - BİR EVLENME TEKLİFİ VE SONRASINDA YAŞANANLAR…

Veda zamanı yaklaşmış olmasına rağmen son dakikaları değerlendirmek istercesine sarmaş dolaş bekliyoruz Kaptan’la…
Öğrencilik yıllarımda kaç kez gidip geldim trenle sayısını hatırlamıyorum.Bazen sınıf arkadaşlarıyla matrak muhabbetlerle ,bazen yalnız…
Rahattı ve her şeyden önemlisi güvenliydi o yıllarda.Neyse trenin kalkış düdüğü ile alelacele oturdum yerime el sallıyorum.Kaptan hızla cebinden çıkardığı büyük sarı post- it kağıda bir şeyler yazıyor.Yavaş yavaş hareket etmeye hazırlanan tren camının ortasına “pat” dedi yapıştırdı.Üzerindeki kısa sevgi mesajını okuyup tekrar el salladım…
Yavaş yavaş hızlanmaya başlayan trenin camına notu almak için elimi bir attım açılmıyor.Tekrar ,tekrar yokkk camı hareket ettirmek mümkün değil sıkışmış resmen…
Bilmem kaç km hızla giden trenin kağıdı uçurmasını bekliyorum ne mümkün nasıl bir yapıştırıysa banamısın demiyor.Bu arada yanımdan gelip geçen yolcular camdaki sarı kağıdı ister istemez bakıp okuyor.Bilet kontrolü yapan görevli,tren içinde gezinenler,yol boyunca yanımda yolculuk yapanlar...
Dışarıda o kadar rüzgara ve soğuk havaya rağmen kağıt sabaha kadar uçmadı nasıl olduysa.:)) En sonunda İzmir Basmane garına indiğimizde kağıdı cebime alıp koyabildim.Komik bir anıdır benim için zaman zaman hatırlarım…

Kaptanla liseden arkadaşız,13 yılın sonunda evlendik ancak teklif falan olmadan direk hazırlıklara başlayarak gelişti her şey. Hani evlenme teklifide şöyle ilginç oldu diye anlatmak isterdim ama maalesef öyle bir şey yok bizde…
Şimdi kendime ait bir şey yok dedim ama anlatmak istediğim başka bir evlenme teklifi var beni çok şaşırtan ve de güldüren.Daha önce duymayanlar için anlatalım…

~~ ~~

Amerikalı Reed Harris günlerce düşünür çok sevdiği Kaitlin Whipple’a evlenme teklif edecektir.Arkadaşlarıyla konuşup her şeyi planlar…
Topluca gidilen cafede siparişler verilir. Plana göre genç adam sevdiği kızın bardağına evlilik yüzüğünü koyacak ,sohbet esnasında yüzüğü ağzından çıkarıcak kıza evlenme teklifi edecektir.Buraya kadar her şey normal gözükebilir neticede ağza gelen metal parçasını kim fark etmez?
Ne var ki planlar istenilen şekilde gitmez.Yüzüğü fark etmeden bardaktaki milkshake’i içmeye devam eden Kaitlin yüzüğü bir güzel yutar…O arada genç adam ve arkadaşları bir türlü ortaya çıkmayan yüzüğü beklemektedir.Hatta olayı hızlandırmak için “en hızlı kim içecek ?” yarışı bile yaparlar. :
Boşalan bardağa hepsi şaşkın gözlerle bakarken Redd ,Kaitlin’e iyi olup olmadığını sorar ve ardından durumu anlatır.Doğruca hastanenin yolunu tutan çift röntgen filmleri çekildiğinde yüzüğün midede olduğunu görürler.Doktor bol bol su içip beklemesini söyler kıza.: ))


Sonuçta geri gelen yüzükle birlikte evlenirler.Bu arada Tv programlarına konuk bile olurlar…
Kaitlin bloğunda bu inanılmaz olayı komik bir dille anlatmış üstelik o günün videosunuda eklemeyi unutmamış.



*Bu arada uzun bir post oldu şimdi fark ettim kusura bakmayın arkadaşlar…

29 Aralık 2009

EYFEL YIKILMAKTAN NASIL KURTULDU ?

İkinci Dünya Savaşının tüm hızıyla devam ettiği yıllarda,Alman işgalindeki Paris’e sürpriz bir konuk gelir.

Gece yarısı apar topar yatağından kaldırılan Paris belediye başkanı şaşkın bakışlarla karşısında duran Nazi subayına bakmaktadır.


Subay Eyfel’e ait bilgileri içeren bütün dosyaları toparlamasını ve kendisiyle gelmesini söylemektedir.Neler olup bittiğini anlamaya çalışan başkan subayı takip ederek hızlı adımlarla arabaya biner.

Kuleye geldiklerinde belediye başkanının şaşkınlığı bir kat daha artar çünkü Hitler kendisini beklemektedir.

Beraberindeki subaylarla birlikte kuleye çıkan Hitler kısa süren görüşme sonrası grupla birlikte Alman karargahına geçer.

Belediye Başkanının alınmadığı toplantı sabaha karşı başlar.

Sovyet orduları karşısında çok fazla tank,top ve araç kaybeden Almanlar silah için gerekli hammadde yollarının müttefik devletlerce kapatılmasıyla iyice sıkıntıya düşmüştür.İş çözüm üretmeye gelince işgal ettikleri ülkelerden tüm metallerin toplatılması kararına varırlar.


İşte Hitler’in Eyfel’i ziyaretinin asıl sebebi de bu olur.

Kule söktürülüp tank,top ve tüfek yapımında kullanılacaktır.Ancak yapılan toplantı sonrası Eyfel’in sökülmesinin çok uzun süreceği ve elde edilecek çelikten beklenen miktarda silah üretilemiyeceği mühendislik hesaplarıyla ortaya konulunca bu projeden vazgeçilir.

Uykusuz geçen gecenin ardından toplantı salonun kapısı açılır.

Dışarı çıkan Alman general belediye başkanını yanına çağırtır.”Hadi git ! artık rahat uyuyabilirsin Eyfel ucuz kurtuldu” der.


~~~~

*Okurken ve de kaleme alırken hep şunu düşündüm ya yeterince zaman olsaydı? ya da hesaplar tutsaydı ? Fransa’nın simgesi şu an olurmuydu? :))


Photobucket
kynk.Evrensel Bakış Açısı-Gürbüz Evren

20 Aralık 2009

NİMET ABLA…

Ankara’da “Nimet Abla Piyango Gişesi” yok ama ,elinin onun kadar uğurlu olduğunu düşünen bir piyangocu var… :)) Bugün ondan üç tane bilet aldık üstelik bu sene bir değişiklik yaparak biletleri özellikle cici kızıma çektirdik.Sonuç ne olur bilinmez ama her yeni yılda olduğu gibi amorti bile zor çıkar bize…
Neyse geleyim asıl bahsetmek istediğim mevzuya baklavada Güllüoğlu,kolonyada Eyüp Sabri deriz,hadi onlar ürettikleriyle anılır bu normaldir ama ya milli piyango?? Ne ilginçtir ki piyango denilince ismi her sene mutlaka anılır.Tv yayınları özellikle o gişenin önünden bu konuyu haber yapar…
Küçük bir araştırmayla ulaşılan hikayesi gerçekten enteresan Melek Nimet Özden’in…



II. Abdülhamit döneminde yaşayan İstanbullu bir ailenin kızıdır Nimet Abla.Evlenme çağı geldiğinde Eminönü’nde tütün işiyle uğraşan İsmail Hakkı beyle evlendirilir.Tütün işinin yanı sıra teyyare piyango satışı ile uğraşan İsmail Hakkı bey, satışı teşvik için veresiye piyango biletlerini satıp parasını geri alamayınca büyük zarar eder…
Kocasının bunalıma girdiğini görüp buna dayanamayan Nimet Abla kollarını sıvayıp işin başına geçer…
Önce Diyanet işlerine gidip “piyango haram değildir” fetvasını alıp dükkana asar.Hem de büyük yazılarla…Sonra bilet alanlara promosyon olarak kutu şeker dağıtmaya başlar.Bu arada diğer erkek piyangocular önce onunla alay eder,sonra tepki gösterirler bir bayanın bu işi yapmasına karşı çıkarlar…
Her geçen gün biraz daha fazla bilet satan akıllı kadın rekor satışlarıyla bir numara olur.Bilet sattığı her kişinin adresini almayı unutmaz bir yere not eder,sattığı bilete yüksek ikramiye çıkınca gazetecileri alıp müjdeli haberi bizzat kendisi vermeye gider.Gazetelerde boy boy çıkan haberlerle 1978 yılına kadar ününe ün katmaya devam eder...

kynk.
foto.

15 Aralık 2009

MERHABA…

Alışamadım şu internette konuşma diline…
Arkadaşım ileti gönderdi. –SA.
-SA ??
O ne ki? Anlamadım diye cevap verdim.”Selamün Aleyküm” demek istemiş…Anlam olarak tabiî ki değerli ancak alışkanlık işte “merhaba”diye tekrar dönüş yaptım.

Farsça kökenli “benden sana zarar gelmez” anlamıyla merhaba kelimesini kullanmayı tercih ediyorum belki de selamlaşmanın yanı sıra, taşıdığı dostluk mesajı hoşuma gidiyor…
Hatta bu yazışma sırasında konuyla ilgili aklımda gelen bir olayı da daha önce duymayanlar için bu yazıya eklemek isterim…

Atatürk’ün üsteğmenliği döneminde bulunduğu birliğin alay komutanı aniden rahatsızlanır.İçtimaya çıkılarak gereken kontrollerin yapılması görevi,bir çok kıdemli subay olmasına rağmen Atatürk’e verilir.O dönemde komutanlar askerleri ”Selamün Aleyküm” şeklinde selamlamaktadır…
Atının üstünde sabah içtimasına çıkan Mustafa Kemal alayın önüne gelir ve kısa bir bekleyişten sonra “Merhaba Asker” der…
Şaşırıp ne söyleyeceğini bilemeyen askerlere tekrar “Merhaba Asker” deyince,askerler “sağol” diye cevap verir.
Günlük konuşma dilinde ”Selamün Aleyküm”ü kullansa da o günden sonra askerlerini hep “merhaba asker “diyerek selamlamaya devam eder ve bu böyle günümüze kadar gelir…

10 Aralık 2009

DÜNYANIN EN ÜNLÜ TİMSAHI…

Marka öykülerine bayılıyorum.Başarı öykülerinin başlangıç noktalarını bilmek,hangi aşamalardan geçip bugünlere geldiğini öğrenmek çok hoş bence…
Belki hatırlayanlar olur,önceki yazılarda ilgimi çeken birkaç tanesini anlatmıştım.İşte onlara bir yenisi daha eklenecek...


~~~~~~
1927 yılında düzenlenen Tenis turnuvası öncesinde Fransız ekibin kaptanı, ünlü tenisçi Rene Lacoste’un hem motivasyonunu artırmak,hem de hırslanmasını sağlamak için çok pahalı bir hediye teklifinde bulunur.”Bu maçı alırsan sana timsah derisinden bir bavul alacağım”der.
Maç biter,Rene Lacoste maçı kazanır…
Amerikan basını bu konuşmayı manşetlerine taşır ve “Rene Lacoste rakibini timsah gibi yedi!” şeklinde bir başlık atar…Ünlü tenisçinin artık lakabı “Timsah”tır …
Bu olayların sonrasında Rene her maçına , arkadaşının çizdiği timsah resimli giysiler ile çıkar…
1929 yılında Fransız Açık Tenis Turnuvasını da kazandıktan sonra tenisi bırakır ve günümüzün ünlü markalarından Lacoste’u üretmeye başlar…

MASAL BÖYLE BİTTİ…

Külkedisi masalı gerçeğe dönüşür,sıradan genç kız önce ünlü bir aktris ardından Monaco prensinin eşi olur…
Ne ilginçtir ki “Araba kullanmaktan nefret ediyorum,çünkü iyi bir sürücü değilim” der bir röportajında…
14 Eylül 1982 günü kullandığı araç ile trafik kazası geçirir.Kurtarılamayan üç çocuk annesi Prenses Grace Kelly 52 yaşında hayata gözlerini kapatır…

05 Aralık 2009

KÜÇÜK ADAMIN BÜYÜK DÜNYASI…

Johnny Eckhardt 1911 yılında Amerika’nın Maryland eyaletinde ikiz olarak dünyaya gelmiş. İkizlerden Robert sağlıklı, diğer bebek Johnny anne karnında belden aşağısı gelişmemiş bir şekilde doğmuş. Hatta doğumu yaptıran ebe onu görünce birden şoka girmiş bağırarak ordan oraya koşuşturmuş ve çok korkmuş.

Hayata engelli bir birey olarak başlayan Johnny ,kardeşi Robert ile mutlu bir aile ortamında büyütülmüş…


Elleri üzerinde yürüyerek yaşamını idame ettirmeye çalışan Johnny’nin bu özrüne karşın pek çok yeteneğinin olması çevresindeki insanlar tarafından hayranlık uyandırmış.

Bir dönem sirkte çalışmış.Aynı dönem içinde gelen sinema tekliflerini değerlendirerek aktör olmuş.”Tarzan” serisinde cüce rollerinde oynamış.Aynı zamanda iyi bir yüzücü,ressam, jimnastikçi, ralli pilotu,performans sanatçısı,model yapımcısı,tren şefi,sihirbaz ve fotoğrafçı olan Johnny 45 cm’lik boyuna karşın yaşam sevincini hiç kaybetmemiş. 
Hep çalışmış,yeni yeni meraklar geliştirmiş…


Johnny Eckhardt 1991 yılında inzivaya çekildiği evinde kalp krizi sonucu ölmüş.Öldüğünde 79 yaşındaymış.

Çok sevdiği kardeşini kaybeden Robert ona ait fotoğraf,eşya,döküman,ses ve film kayıtlarını bir araya getirerek bir müze oluşturmuş.Kardeşinin ölümünden yaklaşık 4 sene sonra kendisi de vefat etmiş…


Robert’ın ölümüyle doğup büyüdükleri Baltimore şehrindeki evsahipleri ve arkadaşları müze faaliyetleri görevini devralmış.




~~~~~~

*Bu yazım kaynak gösterilmeden "Bismil resmi web sitesi "tarafından kopyalanmıştır.

29 Kasım 2009

BİR ASLAN NASIL KÜKREDİ ?

Metro Goldwyn Mayer (MGM) 1924 yılında ilk kurulan stüdyoları için logo arayışı içindedir…
O dönemde çalışanlardan biri “her filmden önce izleyicilerin ilgisini çekebilecek” bir fikir bulur.Yöneticilerinde hoşuna giden bu fikirle ilk aslan “ Slats “ logo olarak kullanılmaya başlanır.Sinema sessiz filmlerin çekildiği dönemdedir ve bu görüntü 1928 yılına kadar ses olmadan kullanılır…
Logoyu yenilemek ve sesli çekmek üzere şehre gelen sirkten yeni bir aslan bulunur.Böylece ”Jackie” MGM’nin ikinci yüzü olur…
Hazırlanan ses sistemi ve kamera ile Jackie’nin karşısına geçen ekip beklemeye başlar.Ancak saatler,günler geçmesine rağmen aslan tek bir ses çıkarmaz.
İnsanları günlerce öyle izleyen Jackie bir esneme hareketi sonrasında klasik haline gelen o sesi çıkarır…Arka arkaya iki kükreme sesiyle, ekip sevinçten ne yapacağını bilmez durumda alkışlarıyla stüdyoyu inletir… 1957 yılına kadar kullanılan Jackie’nin görüntüsü sonrasında üç aslanla daha çalışılır.Ancak hiçbiri Jackie’nin çıkardığı kükreme sesini çıkaramaz.Uzun yıllar kullanılan bu kayıt dijital ses ortamında geliştirilirilerek tekrar tekrar yayınlanır…


1928 yılı Jackie'nin çekimi...

kynk. Metro Goldwyn Mayer (MGM)

foto.

kynk.keyif perisi

25 Kasım 2009

SONRA NE OLDU ?


Gençlik yıllarında bir gazetede çalışıyorken “yaratıcı fikirleri ve hayal gücü olmadığı” gerekçesiyle işten kovuldu…
Farelerden çok korkmasına rağmen,Walter Ellas Disney “Mickey Mouse” dahil bir çok çizgi karakterin yaratıcısı oldu…

17 Kasım 2009

400 YIL SONRA BULUNMUŞ BİR HAZİNEDİR O…

1929 yılında Topkapı Sarayının “Eski Eserler Müzesi”ne dönüştürülmesi kararlaştırılır.Eserler tek tek incelenip denetlendikten sonra sınıflandırılacaktır…

Halil Ethem Eldem dönemin Milli Müzeler Müdürüdür ve çalışma arkadaşları ile bu görevi üstlenmiştir.İncelenmeyi bekleyen sayısız eser tozlu sandıklardan çıkarılıp sırayla işaretlenmektedir.Halil Ethem Eldem köşede duran sandıklardan birini açıp içinden çıkan dökümanları özenle masaya dizmektedir…
Aniden “hazine buldum,hazine buldum! “diye bağırmaya başlar.Sesleri duyan diğer çalışanlar koştururlar.Elinde tozlu bir kağıt parçası tutan müdürlerini sevinçten ne yapacağını bilemez durumda görünce şaşırırlar…
“Gelin,gelin ”der ve yüksek sesle okumaya başlar.
“İş bu haritayı Kemal Reis’in erkek kardeşinin oğlu namıyla tanınmış,Hacı Mehmet’in oğlu Piri 919 yılı muharreminde Gelibolu’da çizmiştir.”

Piri Reis eseri “Kitab-ı Bahriye”de (Denizler Kitabı) yararlandığı kaynaklarla nasıl çizdiğini anlattığı bu harita kayıptır ve yüzyıllarca bulunamamıştır…

Oysa bilim çevrelerince o yüzyıla kadar bilinen yerleri kapsayan en az hatalı yani gerçeğine en yakın olarak Piri Reis’in haritası kabul edilmektedir.İşte tam 400 yıl sonra hazine bu şekilde gün ışığına çıkarılır…

Haritanın bulunduğu haberi hiç gecikmeden Atatürk’e verilir.
Mustafa Kemal Atatürk haritaların çoğaltılıp üzerinde inceleme yapılmasını,yurt dışındaki bilim adamlarının konuyla ilgili bilgilendirilmesinin talimatını verir.Olay dünya bilim çevrelerinde büyük ilgi uyandırır.Hatta bu haritanın Kristof Kolomb’un haritası olduğunu söyleyenler bile çıkar…
Sonuçta detaylarıyla çizilen Piri Reis’e ait bu değerli tarihi belge “İlk Dünya Haritası” olarak kabul edilir.Ceylan derisi üzerine renkli çizilen haritanın sol bölümüdür.Haritanın sağ bölümü ise henüz bulunamamıştır…



Ankara Panora Alışveriş Merkezi

~~~~~~

*Emeği geçenleri hatırlatma adına değerli buldum bu olayı.Okurken o günlerdeki heyecanı ve telaşı düşündüm.Zaman zaman kızsam da,bir kez daha Türk olmaktan gurur duydum...

kynk.Kerim Boz.Başkent Üniv.yayını
foto.

06 Kasım 2009

ÖLSEM DE BERABERİZ…

Yaşlı Anatomi Profesörü Bleim emeklilik yıllarını bir Alman ortaokulunda derslere girerek geçiriyordu.Fakat konuları işlerken kullanmak istediği insan iskeletinin okulda olmaması işleri zorlaştırıyordu.Profesör Bleim’in okul yönetimine iskelet alınması konusunda verdiği sayısız dilekçe rafa kaldırılmış ya da bir bahane yaratılarak ertelenmişti.


Yıllar sonra Profesör ölüm döşeğinde bir vasiyetname yazdı okul yönetimine verilmek üzere…


Öldükten sonra açılan vasiyet okuldakileri çok şaşırttı.
”Derslerinizde daima sizinle olacağım”diyen Profesör kendi iskeletini okula bağışlamıştı…
foto.
kynk.

NE DEMİŞ ? -4-

“1970’li yıllarda Brezilya’da çocuklar top olmadığı için teneke kutularla futbol oynarlardı.Teneke kutu taşa her çarptığında “ple, ple” diye ses çıkarır.Bu teneke kutulardan en çok ses çıkarabilen çocuk ise Edson Arantes do Nascimento’dur.Yani bilinen adıyla Pele…Takma adı işte oradan gelir.” demiş çocukluk günlerimizin vazgeçilmezi, 23 Nisan Çocuk Bayramının olmazsa olmazı Halit KıvançPele kimdir?
Halit Kıvanç Kimdir?
kynk.
kynk.